• Millî Kültür

  • Millî Kültür

  • Kültür, milli; medeniyet, milletler arasıdır.

  • "Medeniyet gül alıp gül satmak, gülü gül ile tartmaktır. Ömer Özercan

Copyright 2024 - Custom text here

Sanat ve Kültür Yönlerinden Şark ve Garp

SÂMİHA AYVERDİ

Türk Tarihinde Osmanlı Asırları

SANAT VE KÜLTÜR YÖNLERİNDEN ŞARK VE GARP

Eski Yunandan bu yana, şark ve garbın kültür ve medeniyetine en kısa çizgilerle temas edecek olsak dahi, karşımıza biri aklî diğeri ruhî temellere oturmuş iki ayrı medeniyet tablosu çıkar. Esasen dünya da gözlerini oğuşturarak uyanır olurken, bu kesin ve keskin ayrılığı duyarak, kendini o iki ayrı medeniyetten birine mâl etmiştir.

Şark, istinat ettiği hak merkezlerinin ruhî verim ve değerleri olan edep, îman ve aşk motiflerini, yüksek voltajlı bir enerji hâlinden madde planına geçirirken, hacimler, şekiller, çizgiler ve sesler armonisini vücûda getirir. Böylece de şark sanatı deyince, itidal ve muvâzene haddesinden geçmiş bir dinamizmin, estetik plana aksedişi, spirtüel medeniyetin madde âleminde ifâdelenişi hatıra gelir.

Öyle ki şark, tefekkürde bile maddeyi ruhlaştırıp yumuşatmanın cazibesinden kurtulamadığı için Eski Yunanı tedvin ederken, onun maddeci ve akılcı ilim otoriteleri bile, şark fikriyatında ancak spirtüel tarafları ile kabule mazhar olmuştur. Hatta İskender'e Büyük" diyebilmek için menkıbe, evvelâ ona "Zül Karneyn" diye peygamberâne bir makam tevcih etmiştir.

Garp sanatının doğuş ve tekâmül seyrini tâyin eden araştırıcılık ve akliyetcilikte ise, sanatkârın kıymet ölçüleri ve dinamizmi arasına hüsran, nedamet ve hicap gibi karanlık unsurlar da karışmıştır. Şöyle ki İslâm san'atından hıristiyan sanatını ayıran psikolojik mekanizma, garbın kendi peygamberine ihanetinin pişmanlık ve acısını bir türlü unutmaması ve bu ruh haletini de gerek resimde, gerek mimarlıkta, gerek mûsikîde, hulâsa bütün sanat kollarında asırlar boyu tekrar edip durmuş olmasıdır. Bu yüzden kiliselerin içi ve incillerin yaprakları, çarmıha gerilmiş İsâlar ve muztarip Meryemler ile dolmuş; onun İçin peygamberini, düşmanlara çaşıtlayan Yahûdinin suçu, resimde, heykelde, gravürde, ümmetin müşterek günâhı olarak yüzlerine vurulmuştur. Böylece de dosta ihanet motifi, Hıristiyanlık âlemine unutturulmamış, bir vicdan azabı mirası hâlinde asırlar ve nesiller boyu yaşamıştır.

Müslüman sanatı, huzur ve sükûnu dile getirirken, hiristiyan sanatı kasvet ve ıztırâbı terennüm etmekle teselli ve inkişaf bulmuş, bunun için de kilise, her zaman camiden loş ve abus olmuştur.

Garp sanatı, primitif kalıplarda kalıp derin düşünmediği zamanlar keyifli, neşeli ve tasasız olabilmişse de, bu satıh üstü eserler, onun gerçek değerleri arasında yer alamamıştır. Halbuki sanat, ortanın üstüne çıkıp tefekkür hududuna yükseldiği zaman, derhal karşısında eski günâhını bulmuş ve işte bu ıztırap da ona, birinci derece san'at eserleri verdirmiştir.

Ancak garbın, bir fasit daire gibi, içinden bir türlü sıyrılamadığı bu ruh haleti, Rönesans'la yüzü büsbütün maddeye çevrilince, yavaş yavaş tavsamış ve gide gide aşın bir fikir ve ruh hürriyeti İçine düşerek teolojik ifratdan, mukaddesatsız maddecilik kutbuna atlamıştır.

Târih boyunca birbirlerine yabancı kalmış olan şark ve garp, ne yazık ki histe ve fikirde yekdiğerine yalnız bigâne ve uzak durmamış, düşman da olmuştur.

Garp, şüpheciliği, inkarcılığı, araştırıcılığı, akılcılığı ve nihayet teknolojideki üstün maharet ve hüneri İle maddeye tasarrufun gururu içinde, şarkı sâdece küçümsemekle kalmamış, gırtlağına da sarılarak, onu madde planında alaşağı etmiştir.

Şark ise bu akıl ve madde kuvveti karşısında, hâmil olduğu mânevi cevherini ampirik zenbereginin, iman ve duygu kuvveti ile çalıştırılabileceğini sanmıştır. Onun için de, şahıstan şahısa geçen ince, derin fakat sâdece kendi mihveri etrafında dönen şifahî kültürünü binlerce yıl oradan oraya taşıdıktan sonra, aklın iman ve duyguya hücumu karşısında sinmiş, ezilmiş ve yenilmiştir.

Ama derinliklerinde kadım Yunan temelleri görünen maddeci ve akliyeci garp, Rönesans'ından bu yana, beşeriyeti bir iç ve dış asayişe götürecek erginliği gösterememiştir. Zîra onu tek kanat ile uçurmak istemiş, bu yüzden de madde dünyasına getirdiği teknik zaferle, beşeriyete bir ihlâs ve kurtuluş istikâmeti çizememiştir. Öyle ki, bir yandan taunların, cüzzamların Önüne geçecek tedbirleri alırken, bir yandan da toptan imha yolunda dev adımlar ve maddeci görüş ile, kütleleri birbirine bağlayan dostluk, sevgi, anlayış ve şefkat duygularını silip kazımış, yerine kuru bir ortaklık getirip oturtmuştur.

Bu düzensizlik, bu muvâzene ve üslûptan oluş, ilimle felsefenin her zaman müşterek sözcüsü olan sanatta en fazla kendini göstererek, hassas bir sismograf âleti gibi üstün sezişli sanatkâr tarafından kaydedilmekten geri kalmamıştır.

Bugün garplı sanatkâr, beşeriyetin içine yuvarlandığı bu korkunç maceradan hem ye'se düşüp titremiş, hem de korkmuştur. Öyle ki, âdeta insanlığından utanarak, insansız, tabiatsız, nonfigüratif sanat anlayışına sığınıp avunmak sebebini, biraz da bu noktada aramak icap etse gerek.

Keza mûsikîde de melodisiz, ruhsuz ve mekanik bir ritme dayanan motorize müzikle kendi kendinin kulağını tıkamış, bu patırtı içinde kendine kendini unutturmak istemiştir.



Asırlar boyunca garp tefekkürü, sermâyesini insana yatırıp, bütün oyunlarını insan üzerine oynamıştı. Halbuki o, umduğu gibi çıkmayıp insanlığa ihanet edince, bütün beşeri düzenler ve nizamlar da alt üst oldu. İşte o zaman san'atkâr, utancından ne yapacağını şaşırarak asil, güzel, zarif, değerli nesi varsa unutmak istedi, inkâra, soysuzluğa, köksüzlüğe sığındı.

Şark tefekkürü ise, garbın yabancı olduğu bir görüş noktasından hareket ederek, merkezde insanı değil, Allah'ı görmüş, tefekkür sermâyesini Tanrı adına yatırmıştır. Şarklı için tek realite budur. Her mahlûk, her varlık Allah'ı bir başka surette ifâde eden birer motiftir, semboldür. Ama bugün madde planında ezilmiş, yenilmiş, kolu kanadı kırılmış olsa da, garbın uğradığı hayal kırıklığına yakalanmamış, kış mevsiminde yapraksız, meyvesiz kalan ağaçlar gibi, öz değerlerinin mahsûllerini vermekten kalmış, fakat garp gibi kendini inkâra gitmemiştir.

Dünya görüşünü ve cemiyet terbiyesini, bir kelime ile kültür ve medeniyetini Allah fikri etrafında örgütleştiren şarkın ve onun şifahî sisteminin, garbın akli ve kitabî medeniyetine karşı, acaba günün birinde söyleyecek bir sözü olmayacak mıdır? Ve acaba beşeriyetin yeni bir Rönesans'la dertlerinin, yaralarının, ıztıraplarının onulabilmesi, kaybettiği iç asayişini ve perde arkasına saklanan manevî kıymetlerini geri alabilmesi için şarktan öğreneceği hiç bir sır kalmamış mıdır?

Dâima kendi kendinden şüphe eden beşeriyet için son ve kat'î sözü söylemek ilim ve idrak dışı bir ihtiyatsızlık olduğuna göre, maddeci ve akılcı garbın da şarkın cevherine karşı alaycı bir kayıtsızlık göstermekte devam etmesi, kendi hayat ve bekâsını tehdit eden bir tehlike sayılabilir.

Batının teknolojisi ve riyazi çizgileri karşısında aczini ve çaresizliğini itiraf eden doğuya mukabil, ne çâre ki batının ilmi gururu, egosantrik değerleri, şarkın cevherine ve kıymetlerine gösterilmesi îcap eden alâkanın şuruna henüz varamamıştır.

Bugün şark da garp da, kendilerine gerçek bir revizyona tâbi tutacak ve zamanın şartlarına göre ayarlanıp kendilerini kendilerine yaklaştıracak büyük ve merkezî insanın yokluğundan muztarip bulunuyor. Kendi iç benliğinden tabiata göç etmiş ve düştüğü koyu gaflet içinde kendini unutmuş beşeriyet, salâh ve felah işaretini geçmişte değil, gelecekte aramak, insanlık âleminin değişmez gerçeklerini koyup, seyyal kıymetlere tutunmakla yıkılmış ve bir yol gösterici aramaktan kalacak kadar yolunu şaşmıştır.

O, Allah'a olan ihtiyaç ve iftikârını hissetmez hâle geleli beri, yüksek fikirler ve asil duygular etrafında birleşme şevkini, güzellik heyecanını, kudsiyet aşkını, rûhânî vecdini, neticede de terkibini, vahdetini, yâni kendini kaybetmiştir. Böylece de mukaddesatsız, asâletsiz, sınıfsız, laubali, âvâre ve başıboş bir yığın olarak kuvvetini ve bütünlüğünü aldırmıştır.

Dünyanın mihver insandan mahrum kaldığı gaflet ve nisyan asırlarının belirtisi, felsefede, ilim ve san'atta kıraç ve çorak bir zeminin verdiği piç mahsuller olur. Beşeriyet de bu hastalık ve dalâlet devirlerinde, zihnî ve ruhî ölçülerin beraberce kabul ve teyit ettiği büyük adam yerine, onun sahteleri ile kendini avutur.

Avutmaya da mecburdur. Zira insan ruhunun dokusunda, gerek fert, gerek cemiyet olarak, prensiplerini ve dolayısiyle kendini prototipinde görmek ihtiyâcı, esas hususlardan birini teşkil eder. Onun için de kütle, kendini seyir ve temaşa edeceği gerçek kıymeti bulamadığı zamanlar, hiç değilse onun sahtesini meydana getirir ve bu erzatsın etrafında döllenmeğe çalışır. Ne ki bu birleşmeden meydana gelen, devamlı ve soylu bir zürriyet değil, piç ve inkâr edilmiş bir kalabalıktır.

Hakikî kıymetleri ve mihver fikri kaybedip sentetik merkezler etrafında petek tutmaya uğraşan kütlelerden ne gerçek iman adamı, ne fikir, ne de bir san'at dehâsı çıkabilir. Netice itibariyle heyecanı soğumuş bu üreme ve türeme adam, yeni bir medeniyet de kuramaz.

Şu halde yalnız akıl ve madde noktasından hareket ederek müşterek iman merkezlerini tahrip ede ede var kuvvetini dış tabiatı fethe harcayan ve yalnız madde ile görüşen batılı insanın yaptığı nedir?

Bilhassa Rönesans'dan bu yana yeryüzünün sıklet ve mayalanıp fışkırma merkezi olan garp, maddeyi laboratuvara getirerek, ona her gün biraz daha hâkim olmak çârelerini araştırmaktadır. Zîra maddeye hâkim olmak, bizzat kendine hâkim olmaktan kolay ve basittir. Kendi derinliklerine inmekte, yâni insanlık ve hayvanlık sınırlarını tâyin mücâdelesinde, mükellefiyet ve mesuliyet vardır. Halbuki maddeyi itaat altına almakta hem gurur, hem de bu akıl mahsûlü icatlar ile gözünü boyamakta, hayvanî bir zevk mevcuttur. İşte kendini bu satıh üstü hazlara kaptırmış olan insan, kaybettiği îmânını, asaletini, zevkini ve tefekkür kabiliyetini geri isteyecek istidadı idrâk etme şuûruna henüz vâsıl olamamıştır. Zîra etrafını saran teknik ordusu ile barikatlanmış olduğundan, bir nevi muhasara ve tecrit hâli içindedir. Öyle ki, tarlasını ekip biçtirdiği, evini süpürtüp temizlettiği, denizlerin altına daldırdığı, bulutların üstüne uçurttuğu makinelerin gururu içinde kendini arasa da bulamayacak kadar tefekkür cihazı uyuşmuş ve kendisi de icatları gibi, sanki cansız bir cisim olmuştur.

Teshir ettiği maddenin rahatlığını yudum yudum tadarak, geçmiş ve geleceğin endîşesi olmayan dünyasının içinde mesûliyetsiz, murâkabesiz ve cismânî duygularına bahşettiği azgın ve tehlikeli bir hürriyet havası ile gülüp eğlenerek kendi kendine göz bağcılık etmektedir.

İşte bu insan bir merkeze ve dolayısiyle kendi kendine karşı duyduğu mesuliyet fikrinden çözüleli beri, cemiyetle olan münâsebeti sıcaklığını, sevgi ve anlayış esâsına dayanan yumuşaklığını da kaybetmiştir. Onun için de muhîtiyle olan münâsebet ve alış verişi bir nevi ortaklık muamelesi, bir mal mübadelesi seviyesine düşmüştür. Esasen kendisine de bugün bir eşyadan, bir maldan başka göz ile bakmak kabil midir? O insanoğlu ki imkânları ve iktidarı arttıkça ihtirası da coşmuş, refahı ziyâdeleştikçe şefkati, merhameti de azalmış, bedenî nazları ve cismânî zevkleri kontrolden çıktıkça, egoizmi ve gururu da galeyan etmiştir. Hulâsa, dış tabiata karşı giriştiği savaş ve elde ettiği haşan, iç tabiatında ıztıraplarının ve gafletlerinin artmasına yol açmıştır. Böylece de tekniğin zaferi, onun huzur ve saadet anlayışını da değiştirmiş, maddesiyle ve yalnız madde için yaşar hâle getirmiştir.

Ama oldu olası, ilmi tecessüslerini tecrübeye vurmaktan geri kalmayan insanoğlu için, dalâlet dediğimiz menfi elemanların da, yeni oluşları gerçekleştirmekteki ciddî payı inkâr olunmaz. Şu halde kendi kendisiyle alâkasını kesip, yalnız kendi dışındaki kuvvetlere bağlanan bugünün adamı da, tahrip ettiği kıymetler ve merkezler yerine koymaya çalıştığı sentetik mukabillerini tecrübe etmekle, yine beşeriyete vasıtalı olarak hizmet ediyor demektir.


Türk Tarihinde Osmanlı Asırları

Yayınevi için tıklayınız

f t g m